13 Kasım 2014 Perşembe

KIRMIZI ÇEKİÇ

Beynin problem çözmede kestirme yolları kullanması konusundaki deneyi biliyorsunuz. Önce birine yoğunlaşarak çözmesi gereken uzunca bir matematik problemi veriyorsunuz. Bu yolla deneğin zihnini belli bir alana yoğunlaştırarak aklındaki farklı şeyleri silmesini sağlıyorsunuz. Çözümün ardından ona bir renk ve bir el aleti söylemesini istiyorsunuz. Verilen cevapların yüzde sekseni kırmızı çekiç oluyor. Hayret verici bu sonucun açıklaması olarak beynin bilgi klase etme sırasında, belli bir grup oluşturan elemanlar içinden bir tanesini prototip olarak seçmesi, ilgili klasör çağrıldığında da önce o elemanı kullanması gösteriliyor (Prototip Teorisi). Beyin bunu hızlı ve ekonomik davranmak için yapıyor. Yani beyin bir seçim yapması gerektiğinde öncelikle daha evvel prototip olarak kaydettiği nesneleri seçiyor. Benzer şekilde beyin bir karar vermesi gerektiğinde daha önce böyle bir karar verip  vermediğine bakıyor ve hafızada benzer bir problemin çözümünü bulabilirse onu çağırıyor. Böylelikle her seferinde karar vermenin uzun ve sıkıntılı sürecini işletmemiş oluyor. Ve yine benzer şekilde bu beyin faaliyeti motor hareketlere de yansıyor. Vücut beynin bu mekanizması sayesinde belli durumlarda hep aynı hareketi yapıyor.

 

Aslında günlük hayatta problem çözmede bunun örneklerini sürekli yaşıyoruz. Beyin her kararı sıfırdan almak yerine, sık sık tekrarlanan karar noktalarında şablonlar kullanıyor. Bu nedenle de sürekli yaptığımız şeylerde beyin bu şablonlardan yararlanıyor. Böylece hem gereksiz enerji kullanımının önüne geçilmiş, hem de tutarlı hareket edilmiş oluyor. Bütün bunlar insanın hayatını kolaylaştıran mekanizmalardır. Beyin bu yöntem sayesinde kaynaklarının çok azını hergün tekrarlanan işleri yönetmek için kullanır, bu da size çok önemli beyin kaynağı kazandırır. Örneğin sabah evden çıkıp işe varıncaya kadar onlarca karar noktası bulunsa da,  siz o günkü önemli toplantınızın ayrıntılarını düşünüyorken kendinizi işyerinde buluveriyorsunuz. Beyniniz şablonları kullanarak sizi hergün kullandığınız otobüs durağına götürüp, hergün bindiğiniz otobüs hattına bindirip, hergün indiğiniz durakta indirip hergün yürüdüğünüz yolu kullanarak sizi işyerinize ulaştırıyor. Üstelik bunu çok az kaynak kullanarak yapıyor. Bu sayede siz kazanılan kaynağı başka bir işte kullanabiliyorsunuz. 

 

İşin riski günlük bütün faaliyetlerinizi bu şablonlarla yapmanız durumunda beyninizin atıl kalması ve kaynağın israf edilmesidir. Hayatlarını kapalı bir çevrede belli bir düzen ve sırayla yaşayan insanlar çok az şablonla hayatlarını idame ettirebilirler. Bu kişilerin beyinlerini yormak (bu arada beyin kas olmadığı için buna yorulmak denip denmeyeceği tartışma götürür) gibi bir ihtiyaçları yoktur. Beyinlerini çalıştırmaları gerektiğinde de çok rahatsız olurlar. Okuduğumuz kadarıyla ileri yaşlarda Alzheimer hastası olma olasılığı bu kişilerde ciddi biçimde daha yüksek oluyor. İşi bu sekteye getirmemek için yapılacak şey yeni şablonlar oluşturmak ve eskiden oluşturulmuş şablonların dışında hareket etmektir. En basitinden işe giderken kullandığınız yolu veya vasıtayı değiştirmek bile yeni bir şablon oluşturmanızı sağlar. Her gün  A yolundan giderken, bugün B yolundan gitmişseniz, yarın sabah beyniniz A ile B arasında seçim yapmak zorunda kalacaktır. Hangi yoldan daha rahat gidildiği, hangisinin daha ekonomik olduğu, hangisinin daha az sürdüğü gibi kriterleri değerlendirecektir. Sonra yemek saatinde hergün yediğiniz yere gitmeyip değişik bir yeri denerseniz, yarın beyniniz hangisinin daha lezzetli olduğu, hangisinin servisinin daha iyi olduğu, hangisinin fiyatının daha uygun olduğuna karar vermek durumunda kalacaktır. Akşam eve dönerken her zamanki market yerine başka bir markete girerseniz, yarın beyninizin hangi marketin daha uygun olduğuyla ilgili birçok kriteri değerlendirmesi gerekecektir. Bu basit hareket değişiklikleri dahi sizin beyin faaliyetlerinizi artıracaktır. Hareketinizi değiştirdiğinizde farklı şeyler yaşama ihtimaliniz de artar, farklı insanlar görür, farklı yemekler tadar, farklı güzellikler keşfedebilirsiniz. Bu da işin bonusu olur.

 

İşyerinde de aynı tür işi hep aynı şekilde yapmanız hem sizin beyninizi atıl bırakıp iş tatmininizi azaltır, hem de iş veya işletme körlüğü olarak nitelendirilen bir durumla karşı karşıya kalmanıza sebep olabilir. İş körlüğü her zaman aynı işi aynı şekilde yaparak sorun çıkmayacağı garantisiyle çalışan ekiplerde sık görülen bir durumdur. Ancak yapılan işte sorun çıkmaması, o iş yapış şeklinin en iyisi olduğu anlamına gelmez. Bizde bazen yürüyen tekere çomak sokmak olarak tabir edilen ve olumsuz bir anlam yüklenen hareket tarzı, bir döngüden çıkmanın yolları içinde belki en önemlisidir. On sene aynı şekilde çalışan ve hiç sorun yaşamadığı için kendini başarılı gören bir ekip etraftaki gelişmeleri takip etmeyi reddeder. Böyle bir ekip bu gelişmelerin sağlayacağı fırsatlardan mahrum kaldığı gibi, ortaya çıkabilecek riskleri de fark edemez. Bu oturmuş düzeni “tehdit eden” her gelişme ekip tarafından virüs gibi algılanır ve ekip bir tür antikor üreterek bu sözde virüsün bünyeyi etkilemesini önlemeye çalışır. Bu tip tepki yukarıda söz ettiğimiz kişisel zihin tembelliğinin ve neticesindeki Alzheimer hastalığının kolektif şeklidir ve bazı kaynaklarda örgütsel aptallık olarak nitelendirilir.

 

Kişisel hayatımızda yaptığımız değişikliklerin beynimiz üzerindeki etkisine benzer olarak iş yerinde iş tutuş ve karar verme mekanizmalarında  yapılan küçük değişikliklerin örgütsel zeka üzerindeki etkisi büyük olabilir. Bir yönetici bu tehlikenin farkındaysa, kendinin de bir tür iş körlüğe düşebileceğini hatırda tutarak ekibini karar mekanizmalarına dahil eder ve böylece gözü görmeyen insanın elleriyle görmesi gibi körlüğün etkilerini azaltabilir.

 

27 Ekim 2014 Pazartesi

İnovasyon

İnovasyon bu günlerde herkesin dilinde. Kimse tam olarak tarifini veremese de herkes iyi bir şey olduğu konusunda hemfikir. Bir inovasyon rüzgarı esiyor ki kimse bu rüzgardan nasipsiz kalmak istemiyor. Hatta bugün "İnovatif Beden Dili" konulu bir eğitim afişi gördüm. Hazır rüzgarı bulmuşken biraz yol almayı düşünen birilerinin fikri olmalı. Peki en genel tanımıyla ele alırsak inovasyon herkes için gerekli mi?

 

Bir işletme, herşey yolundaysa, rakamlar sürekli iyiye gidiyor ve sağlıklı projeksiyonlarla yakın vadede bir sorun görünmüyorsa inovasyon riskini almak yerine iyileştirme ve geliştirme düzeyinde kalmayı tercih edebilir. Fakat rekabetin sıkı yaşandığı, aynı ürün veya hizmet kolunda rakip sayısının her geçen gün arttığı bir piyasada inovasyon daha çok anlam kazanıyor. Çünkü iyileştirme ve geliştirme bir firmanın en fazla mevcudu korumasını sağlayabilir. Unutmamak gerekir ki yeni müşteriler genelde en iyisini veya en makulünü tercih eder. Dolayısıyla firmalar her zaman en iyi veya en makul olma konusunda en önde olmak için çaba harcarlar. En önde olmak ve orada kalmak için inovatif bir tutum içinde olmak gerekir, çünkü sadece gelişmeleri izleyip bekle-gör oynayan bir firma, daima takip ettiği firmanın tozunu yutacaktır.

 

Firmanın rekabette geri kalma riski varsa daha hızlı ve daha büyük adımlar atmak yetersiz kalabileceği için bir sıçrama gerekir. İnovasyon bu noktada bazen risklerine katlanmak kaydıyla tavşanın önüne geçmek için bir kestirme yol olarak görülebilir. Ya da duvarı tırmanmak yerine sıçrayıp üzerinden aşmak gibi düşünülebilir. Ancak bu sıçrama için bir sıçrama tahtasına ihtiyacınız olacak. Bu sıçrama tahtası sizin inovasyon ekibinizdir. Bir taşa basıp zıplamakla, bir sıçrama tahtasına basıp zıplamak nasıl farklıysa, ekibin gerekli yeteneklere sahip üyelerden ve yüzde yüz inovasyon için oluşturulmuş olması da o derece fark yaratacaktır. Ekip elemanlarının ilgilerinin ve zamanlarının dağılmaması için ekibin büyük kısmının sırf bu işe ayrılmış olması faydalı olacaktır. Farklı farklı işlerde çalışan insanları bu ekibe alırsanız, toplantı yapmanız bile sıkıntı olur. Çünkü muhtemelen birinin uygun saati, diğerinin yoğun saati olacak ve o yoğun kişi ya hiç gelemeyecek ya da gözü toplantı boyunca saatinde olacaktır. Bu kişi bir de inovasyon konusunda kendisi de çok ikna olmamış bir ekip elemanı ise katkısı çok düşük düzeyde kalacaktır. Her şirketin sadece inovasyon için ayıracak insan kaynağı bulması mümkün olmasa da bunu yapmaya çalışmalıdır.

 

İnovasyon çalışmalarının başarıya ulaşması için ekibin üstenme (commitment) seviyesinin yüksek olması gerekir. Bunu sağlamanın en sağlıklı yolu kurum içinde inovasyona gönül vermiş insanları ekibe dahil ederek onların heyecanından yararlanmaktır. Ancak ekip tamamen bunlardan oluşursa kurum içindeki bürokrasiyi aşmak mümkün olmaz. Bu nedenle engelleri aşacak güçte profesyonellerin ekibe önderlik etmesi gerekir. Böylece bir grubun heyecanı, kurumsal akıl ve güçle buluşur. Ekipte yüksek rütbeli birinin olması muhakkak fayda sağlar, ancak yüksek rütbelilerin zamanlarının kısıtlı olduğunu da unutmamak lazım.

 

İnovasyon kurum içindeki bazı kişiler tarafından kum havuzunda oynamaya benzetilebilir. Bilirsiniz kumu eşeleyen çocukların hep kumun içinde bir hazine bulma hayalleri vardır. Bu kişiler de inovasyon için çabalamanın bundan farklı olmadığını, olmayan bir şeyin bulunması için bu kadar zaman sarfetmenin anlamsızlığını dile getirebilirler. Bu kişiler muhtemelen çocukken hiçbir zaman kumda oynamamışlardır. Çünkü kumda oynayan çocuk için hazine bazen dondurma alabileceği bir elli kuruştur. İnovasyon çalışması sonucunda mutlaka dünyayı değiştirecek bir şey ortaya çıkarılması gerekmez. Ama kumu kazmadan altında ne bulacağınızı bilemezsiniz.

 

30 Eylül 2014 Salı

Yüzyüze Satışlarda Kart Kullanımı Güvenlidir

Ödeme dünyasının henüz “online” olmadığı, kredi kartının “imprinter” denen bir alete  (o da kablosuzdu bu arada) yerleştirildiği, üzerine üç nüsha formun konulup, kartın üzerindeki kabarık kart numarası ve son kullanma tarihinin otokopik kağıt üzerine geçmesini sağlamak için mekanizmanın elle bir ileri bir geri hareket ettirildiği zamanlarda, ödeme güvenliği için sadece müşterinin imzasıyla kartın arkasındaki imzanın karşılaştırılması ve kimlik kontrolü aşaması vardı . Bir de işyeri sahibinin canı isterse kimbilir ne zamandan kalma kocaman bir kitapta kart numarasını arayıp kartın kayıp veya çalıntı olarak bildirilen kartlar arasında olmadığından emin olması gerekiyordu. Bütün bunların güvenlik açısından yeterli olmadığı ve alışverişin ciddi zaman aldığı elbette kabul ediliyordu ama başka bir çözüm de mümkün görünmüyordu. O zamanlarda kart sahteciliği de nihayetinde kart ve üye işyeri sayısının az olması sebebiyle çok revaçta değildi.

 

Sonra kabartma yazı yerine manyetik şeritle işlem yapan POS terminalleri çıktı ve online otorizasyon dönemi başladı. Ardından büyük bir adım geldi ve 2006 yılında EMV sayesinde Chip&Pin uygulamaya alındı (bu arada EMV çok teknolojik bir kısaltma gibi dursa da sadece Europay, Mastercard ve Visa işbirliğini temsil ediyor). Böylece hem manyetik alanın kopyalanmaya karşı korunması, hem de kart sahibinin bir şifreyle doğrulanması mümkün hale geldi. Artık kredi kartı kullanmak şifreyi kartın üstüne yazmadığınız sürece oldukça güvenliydi. Her ne kadar sektördekiler çipli kartların da kopyalanabileceğini söylese de, bu en azından küçük kötü adamlar için manyetik kartlara göre daha maliyetli ve uzak durulması gereken bir alan haline geldi.

 

Bu gelişmeyle birlikte yüzyüze işlemlerde kart sahteciliği örneğin İngiltere’de sadece 4-5 yıl içinde üçte bire düştü. Haliyle her açılım yeni maliyet ve yaygınlaşma için ciddi zaman gerektiriyordu. Hatta bazı uygulamaların yaygınlaşması gecikince kart şirketlerinin zorlamaları devreye girmeye başladı. Mastercard’ın üye işyeri ve bankalara sahtecilikten kaynaklı sorumluluğun rücu edilmesi tehdidiyle Ekim 2015’ten itibaren kademeli olarak EMV uyumunu dayatması buna örnek gösterilebilir. Buna göre ABD’de Ekim 2015’ten sonra (self servis akaryakıt istasyonları ve ATM’ler hariç) bankaların veya üye işyerlerinin sistemlerini EMV uyumlu hale getirmemeleri dolayısıyla oluşacak sahtecilik zararları, uyumda gecikmeye sebep olan tarafa yüklenecek.  ABD’de bir yılda kart sahteciliğinden doğan zararın 8,6 milyar USD olduğu ve bu rakamın EMV uyumu için gerekli yatırım tutarına eşit olduğu gözönünde bulundurulunca kart şirketlerinin bu tür bir zorlamaya girişmesi makul karşılanmalıdır.

 

EMV uyumu için çabalar devam ederken, bir taraftan özellikle güvenlik ve mahremiyet konusunda geliştirmeler devam ediyor. ApplePay bu konuda çıtayı bir kademe yukarı çekti, arkası da muhtemelen gelecektir. ApplePay’in parmak izi ile doğrulama bir tarafa (çünkü parmak izi şu an için tek başına bir doğrulama değil ilave güvenlik olarak düşünülmeli), özellikle ‘tokenization’ adımı ile (anladığım kadarıyla kart numarasının alakasız başka bir numaraya dönüştürülmesi ve dönüştürülen bu alakasız numara sayesinde gerçek kart bilgisinin bankaya ulaşana kadar başkalarının işine yaramasının önüne geçilmesi) ABD’de Target ve Home Depot gibi büyük mağaza zincirlerinin başına geldiği gibi, şirketlerin tuttuğu kart bilgilerini iyi koruyamaması nedeniyle milyonlarca kart sahibinin güvenliğini tehlikeye atması önlenebilecektir. Bu sistemde satıcıda kart bilgisi tutulmadığı için kart, hesap ve alışveriş bilgileri de sadece ait olduğu yerde yani bankada saklanıyor olacaktır.

 

ApplePay gibi halen biyometrik doğrulama uygulamalarını geliştirip kitlelere ulaştırmayı hedefleyen Mastercard’ın üzerinde çalıştığı ses ve yüz tanımayı da içeren doğrulama çözümleri kartlı ödemeleri daha da güvenli hale getirecektir. Ancak Mastercard’ın bu alanda mevcutta çok iyi gibi görünen %98 seviyesinde doğruluğa erişmiş olmasının, bu haliyle uygulansa milyonlarca işlem içinde çok fazla hata anlamına geleceği, mükemmele ulaşması beklenirse de kalan %2’nin tamamlanmasının belki projede bugüne kadar geçen süre kadar daha zaman isteyeceği dikkate alınmalıdır. Ancak eninde sonunda bu adım da hayata geçirilecektir.

 

Ondan sonra da artık bu kadar tedbire rağmen güvenlik kaygısıyla kart kullanmamakta direnen insanlar olursa, onları da dondurup yüz sene sonra uyandırılmak üzere saklayabiliriz.

23 Eylül 2014 Salı

İNTERNETTEN ALIŞVERİŞE DAİR

Online alışverişteki artışa etken olan hususlardan biri kuşkusuz internette fiyatların daha uygun oluşudur. Standart mallarda ve özellikle elektronikte fiyat, taksit imkanı ve teslimat şartları dışında satın alma kararımızı etkileyecek bir faktör bulunmadığından, bu tür malları internetten almak bize cazip geliyor. Artık bir malı internetten almayacak olsak dahi internetteki fiyatını öğrenmek için önce fiyat karşılaştırma sitelerine bakıyoruz. Bununla ilgili güzel barkod uygulamaları da var. İnternette daha ucuza bulduğumuz bir malı mağazadan mı internetten mi almalıyım diye düşünürken “üç gün beklemek istiyor muyum, kargosuyla da şu fiyata gelir” şeklinde ayak üstü basit bir hesap yaparak karar veriyoruz. Hele bir de istediğimiz uzakta birine hediye almaksa, online alışverişten kolayı yok gerçekten. Bu noktada pazarlık yapmayı sevenler için de bir çözüm güzel olurdu. Geçenlerde bir alışveriş sitesi reklamında böyle bir şey görmüştüm.

 

Standart olmayan, örneğin giyim alışverişlerinde de alıcılar kendilerine bir yöntem buldular. İnsanlar gidip mağazadan model, renk ve bedeni beğeniyor sonra internetten o elbise veya ayakkabıyı sipariş ediyorlar. Bu durumda ilginç bir şey ortaya çıkıyor, AVM’deki mağaza birden internetteki mağazanın deneme kabini oluveriyor. Bu AVM Mağazaları için istenmeyen bir durum tabi ki. “Bu tam üstüme oldu, rengini de beğendim. Tamam bunu almıyorum, iyi günler.” diyen bir müşteri kitlesine hizmet veriyorlar. Malı satamamakla kalmayıp bir de kendisine faydası olmayan bir müşteri için sabit gider ödemek durumunda kalıyorlar. Bütün mağazalar ana şirketinse çok sorun olmuyor ama franchise türü bir işletme açısından bu ciddi bir sorun. Mağazalar yakında bu konuyla ilgili olarak bayrak açarlar diye tahmin ediyorum. Burada bir iş modeli olarak bir internet mağazasının AVM’lere yüzyüze satış yapmayan, kıyafet denemesi yapabileceğiniz, beden ölçebileceğiniz, kıyafeti üzerinizde görebileceğiniz ve isterseniz internet üzerinden sipariş verebileceğiniz sanal giyinme odaları veya ‘booth’ tabir edilebilecek alanlar oluşturması aklıma geliyor. Üç boyutlu vücut tarama ile  kıyafeti her yönden üzerinizde görebileceğiniz sanal uygulamalara ait iyi örnekleri internette görebilirsiniz. Dükkan yerine sinema fuayesinin bir köşesinde açık bir deneme odası ilgimi çekerdi diye düşünüyorum.

 

Online alışverişi etkileyen diğer bir etmen de ödeme şeklidir. İşin doğası gereği malı görmeden parayı vermek ticarette alıcı açısından en riskli satın alma yöntemidir. Bu risk en bariz olarak dış ticarette kendini gösterir. Malın hiç gelmemesi, beklediğiniz zamanda gelmemesi veya gelen malın beklediğiniz kalitede olmaması elbette büyük bir risktir. Burada en önemli faktör satıcının güvenilirliğidir. Bunun için genelde şikayet sitelerini dolaşıp hakkında münferit olaylar dışında ciddi ve sistematik vakalar bildirilmeyen ve müşteri hizmetlerine ağırlık veren sitelere veya en azından yıllardır kendini kanıtlamış büyük şirketlere yöneliyoruz.

 

Öte yandan diğer bir risk, kartlı ödemelerde yaşanabilecek güvenlik riskidir. Bu riski bertaraf edecek ve belki de daha önemlisi müşteri tarafındaki risk algısını olumlu yönde değiştirecek kullanışlı çözümler geliştirilmeye ve yaygınlaşmaya devam ediyor. Önceleri limitini istediğiniz şekilde kontrol edebildiğiniz sanal kartların sunulması, yüksek limitli kartlarla internetten mal almanın getirdiği riski ortadan kaldırmış ve risk duygusu gelişmiş müşterilerin bu mecraya kaymasına yardımcı olmuştu. ‘3D Secure’ ise çok pratik olmaması dolayısıyla başlarda kullanıcıyı rahatsız etmiş olsa da nihayetinde kabul görmüştür. Gerçi kart sahibi bütün kart bilgilerini verdikten sonra son aşamada bankanın ‘3D Secure’ bağlantısına yönlendirilmek, kart bilgilerinin kötü niyetli kişilerin eline geçmesini hiçbir şekilde engellemese de, en azından şifre girişiyle kimlik doğrulanmadan mal bedelinin karttan çekilmesi önlenmiş oluyor.

 

Elektronik cüzdanlar ise sorunun köklü çözümüne hem güvenlik hem de hız açısından pozitif katkı sağlıyor. Bu konuda BKMExpress'in uluslararası takdir gören uygulamalarını gururla izliyoruz. Dünyada bu kadar yankı bulan ve parmakla gösterilen bir uygulamanın yurtiçinde bu kadar yavaş büyümesine de açıkçası anlam veremiyorum. İnsanda kullanırken “Bir dakika! Bu kadar da basit olamaz.” dedirten bir uygulamadan bahsediyorum. Bankalararası Kart Merkezi’nin aslında bana kalırsa hiç de üzerine vazife olmayan bir işi risk alarak gerçekleştirmesi ve bunda başarı sağlaması, Ülkemiz açısından örnek gösterilmesi gereken bir başarı öyküsüdür.

12 Eylül 2014 Cuma

GÖKTEN ÜÇ ELMA DÜŞMÜŞ

Apple nihayet yeni telefonunu ve bu telefonla entegre akıllı saatini ve Apple Pay adını verdiği kendince yeni ödeme sistemini tanıttı. Piyasaya bomba gibi düşmesi beklenen tanıtım, maalesef birçoklarını hayal kırıklığına uğrattı.

Anlaşılan Steve Jobs, gelirken getirdiği vizyon ve yenilikçilik ruhunu giderken yanında götürmüştü. Tim Cook bu lansmanda inovasyon olarak adlandırılabilecek herhangi bir yenilik gösteremedi. Gördüğümüz sadece daha iyi bir telefon, daha iyi bir dijital saat ve belki biraz daha iyi bir ödeme sistemiydi. Tim Cook, şirketi Jobs’un gölgesinden kurtarmak ve Apple’ın onsuz da başarılı olabileceğini göstermek istiyor gibiydi. Yeni ürünlere verilen isimlerde de bunu görebiliyoruz. iPod, iPhone, iPad, iMac, iTunes ile artık çok önemli bir marka haline gelen “i-” konsepti yerine şirket ismini ve logosunu ön plana çıkaran Apple Watch ve Apple Pay isimlerini seçmesi bunun bir göstergesiydi. Halbuki bütün piyasa yeni ürünlere iWatch ve iPay/iWallet denmesini bekliyordu.

Yeni telefon ve saat teknoloji meraklılarının mutlaka ilgisini çekecektir. Samsung ve Sony gibi markaların peşinden kocaman ekranlı bir telefon yapan Apple, bunları satın alacak ve hatta kendi başına bir işe yaramayan dijital bir saate o kadar para vermek isteyecek birilerini de mutlaka bulacaktır. Buna kimsenin diyecek birşeyi de yoktur. Beni asıl ilgilendiren Apple Pay.

Apple Pay, anladığımız kadarıyla güvenlik ve kişisel bilgilerin korunması konularında gelişmiş bir cüzdan uygulamasıdır. Kart bilgisini telefonda veya Apple sunucularında tutmaması,  Apple’ın alışverişle ilgili bilgileri saklamaması (onlar öyle söylüyor ama in-app satın alımlarda bunu nasıl sağlayacaklar meraktayım) bu konularda hassas insanlar açısından önemli artılardır. Telefonun kaybolması halinde devreye giren koruma tedbirleri de insanları rahatlatabilir. Bu konuda tabi henüz yanıtlanmamış epey soru var. Muhtemelen bazılarının cevabını kendileri de henüz bilmiyordur.

Tarif edildiği kadarıyla kullanıcı açısından sistem şöyle işleyecek: Kartımızın resmini çekerek kart bilgilerini Passbook uygulamasına yükleyeceğiz, sonra POS cihazı uygun bir markete gideceğiz, telefonu POS cihazına tutacağız ve parmağımızı telefonun parmak izi tarayan alanına yerleştirip ses gelene kadar bekleyeceğiz. Böylece kasada cebimizden cüzdanımızı çıkarma zahmetinden kurtulacağız. Ayrıca istersek Apple saatini kullanarak da ödeme yapacağız. Saatimiz varsa iPhone5 ve türevleriyle de Apple Pay kullanabileceğiz, ama bu sefer telefondaki parmak izi doğrulamasını kullanmamış olacağız. Gerçi kullanacağız, yapacağız diyoruz da sistemin Türkiye’ye ne zaman geleceğini, ürünün ömrünün buna yetip yetmeyeceğini bilmiyoruz.

Bu kadar kolaylık ve güvenlik kulağa hoş geliyor açıkçası. Fakat Apple Pay gibi bir cüzdan uygulaması kullanıyor olsanız da fiziki cüzdanınızı evde bırakmanız tavsiye edilmez, çünkü telefonunuzun bataryası bitebilir veya bulunduğunuz yerde internet bağlantısı olmayabilir. Bu tür durumlar için yine bir kredi kartı ve hatta bir miktar nakit taşımak gerekecek, ama taşıdığınız kart sayısını azaltarak cüzdanınızı hafifletmekte işe yarayacaktır.

Ben bir tüketici olarak yüzyüze alışverişte kart kullanımı yerine yeni bir alternatife ihtiyaç duymuyorum. Kart kullanmayı da seviyorum ve yeterince güvenli ve kolay buluyorum. Asıl ihtiyacım internetten alışverişte kart bilgilerimi koruyarak güvenli alış veriş yapmak. Bunu da Türkiye’de BKM Express ile yapabiliyorum. BKM Express yaygınlaştıkça o tarafta da başka bir alternatife ihtiyacımın olmayacağını düşünüyorum. Apple Pay uygulamasının da, nasıl diyorlar “ödemeler ekosistemi” içinde kendi müşteri kitlesini oluşturmasını bekleyeceğiz.

Esasen sistemin yaygınlaşması bankaların ve kart şirketlerinin sisteme dahil olmaları, satış noktalarının POS cihazlarını uyumlu hale getirmeleri ve iPhone/iPad için uygulama geliştiren şirketlerin uygulamalarını Apple Pay kullanmak üzere güncellemeleri gibi çok sayıda hayati dış faktöre bağlı. Ayrıca cihazların yüksek fiyatları sebebiyle insanların sadece Apple Pay kullanmak için Apple ürünlerine yönelmelerini de kimse beklemiyor. Fakat mevcut Apple hayranları tarafından kullanılacağı kuşkusuz. Ama bu grubun sayısının ödemeler dünyasını alt üst edecek seviyelere ulaşması şu an için mümkün görünmüyor. Google Wallet ile başarısızlık yaşayan Android dünyasının yeni hamlesini merakla bekliyor olacağız.

 

28 Ağustos 2014 Perşembe

PIN VE ÖTESİ

Kredi kartı ve banka kartıyla alışverişlerde PIN, yani şifre girişi ile doğrulama biz kart kullanıcıları açısından hiç de demode ve sorun oluşturan bir uygulama değildir. Fakat görüyorum ki kart sağlayıcılar bunun mutlaka aşılması gerekli dev bir problem olduğu kanaatindeler.

 

Doğrusu bugüne kadar herhangi bir satış noktasında şifre girmek zorunda olduğu için mızmızlanan bir müşteriyle karşılaşmadım. Her ne kadar bazen bir müşterinin kasiyer kıza “evladım sen gir, şifrem 1453” dediği oluyorsa da insanların şifre güvenliği konusunda giderek daha bilinçli hale geldiklerini izleyebiliyoruz.

 

PIN girişinin ötesinde biyometrik veya coğrafi doğrulama yöntemleri teknik açıdan birer seçenek olarak önümüzde dursa da, gerçek hayatın akışı için çok da istenen şeyler değil açıkçası. Parmak izi, avuç izi, göz retinası, yüz tanımanın yaygın ve hatasız şekilde kullanımının henüz ulaşılabilir hale gelmemiş bir teknolojiye bağlı olmasının yanı sıra, insanların sadece bir plastik kartı taşımamak için bankaya gidip parmak izi vermesi veya avuç içi ya da göz retinasını taratmasını beklemek doğru olmasa gerek. İnsanlar kart taşımaktan ve şifre girmekten rahatsız değiller. Bırakın insanlar kartlarını taşısınlar, yerinde duruyor mu diye kontrol etsinler, şifreyi sadece kendilerinin bildiğini düşündükleri için kendilerini güvende hissetsinler. Bir defa PIN girişi müşterinin gözüyle görüp, eliyle katkı sağladığı bir güvenlik adımıdır. Alış veriş için şifre girmesi kendini güvende hissettirir. Yani uygulama kadar müşteri tarafındaki algı da önemlidir.

 

Öte yandan, bir market alışverişi düşünün, arabanızı doldurdunuz, kasaya geldiniz, malları kasiyerin önündeki banta yerleştirdiniz, hepsinin tek tek barkod okuyucudan geçmesini beklediniz, sonra herşeyi poşetlere doldurdunuz, ödemeyi yapacaksınız. Bu kadar zahmetin yanında cüzdandan bir kart çıkarıp şifre girmek bir tüketici olarak bana zor gelmiyor açıkçası. Kaldı ki müşteri sadakat programları çerçevesinde marketinizin veya mağazanızın üyelik kartlarını da göstermeniz isteniyor, yani onun için elimizi cüzdanımıza atmış oluyoruz zaten.

 

Markette daha arabayı doldururken eşyaları poşete koyup, sonra kasa kuyruğu vesaire beklemeden çıkıp gidebilecekken (ki bunu deneyenler oldu ama maalesef başarılı olamadılar-şimdilik), sadece ödeme için sıra bekleyecek olsam, bunun için bir çözüme ihtiyaç duyardım. Halbuki mevcut düzende bir alışverişte belki de en az sürtünme yaratan süreç ÇİP+PİN ödeme sürecidir.

 

Netice itibarıyla ben bir tüketici olarak ÇİP+PİN’den memnunum ve düşük tutarlı ödemelerde temassız kart kullanımı dışında başka bir ödeme şekline ihtiyaç duyacağımı sanmıyorum. Bence bu konuda yenilikler için çalışanlar, kartı tamamen ortadan kaldırmak yerine cüzdandaki kartların sayısını azaltma çalışmalarına ağırlık vermeliler. Coin Card bu açıdan iyi bir alternatif gibi duruyor, fakat çipli ve temassız kartların fonksiyonlarını da birleştirmesi için daha çok fırın ekmek yemesi gerekecek.

 

9 Ağustos 2014 Cumartesi

ÖDEME SİSTEMLERİNDEKİ GELİŞMELER

Ödeme sistemleri bankalarla banka olmadan para işlerine girmeye çalışan aktörler arasında bir rekabet alanı. İşin içinde mevduat veya kredi (yani bir borç alma veya borç verme işlemi) olmadığı için dünyanın her yerinde banka lisansına ihtiyaç duymadan rahatlıkla para hareketine aracılık etmek, büyük teknoloji şirketlerinin iştahını kabarttığı gibi startup olarak nitelendirilen yeni girişimcilerin de büyükler liginde yer almak için sıçrama tahtası olarak kullanmak istedikleri bir mecra haline dönmüştür. Büyükler ellerindeki kayıtlı kullanıcı (potansiyel müşteri) sayısıyla rakamların büyüklüğünden istifade ederken, yeni girişimciler yeni fikir ve teknolojilerle pazarı değiştirmeye ve akan suyu biraz da kendilerine doğru çevirmeye çalışıyorlar. Bütün bu senaryolar nakit paranın olmadığı “ütopik” bir dünyayı esas alırlar. İnsanlar nakit kullandıkları sürece bu teknolojilerin onlara zenginlik getirme ihtimali bulunmuyor. Dünyanın ekonomik ve yasal düzenlemeler açısından gelişmiş bölgelerinde, hatta daha fazla da gelişmekte olan bölgelerinde nakit kullanımının giderek azaldığı görülmektedir. Bunda alıcı ile satıcının yüz yüze gelmediği, dolayısıyla nakit alışverişinin mümkün olmadığı online alışverişin artması rol oynadığı gibi  tüketimde artışın meydana gelmesi sebebiyle el değiştiren para miktarının ciddi biçimde artmış olması da etken olabilir. İnsanlar haklı olarak bu kadar parayı nakit çekip, nakit olarak taşımak ve nakit olarak ödemek istemiyorlar. Ne kadar para harcadıklarını o an görmek de istemiyorlar. Çünkü kasadaki manzara, insanın alışverişten aldığı kimyasal hazzı birden sıfırlayabilecek bir hal alabilir. Nakit ödemek can yakar. Market arabasını doldur, kartını göster geç. Canınız yandı mı? Hayır. En azından kasadayken. Eğer bir de siz ayağınızı uzattıkça uzayan bir yorganınız varsa iş daha da güzel.

 

Peki yeni ödeme sistemleri neden istenen seviyede yaygınlaşamıyor. Elektronik cüzdanlar, temassız kartlar ve anahtarlıklar, mobil ödeme uygulamaları, P2P ağlar vesaire vesaire. Her gün değilse de belki her ay yeni bir icatla karşılaşıyor, okuyunca hayret ve hayranlıkla bakıyoruz. Ama bu kadar buluşa ve bu kadar yatırıma rağmen istenen boyutta bir yaygınlaşma neden sağlanamıyor?

Öncelikle belki ödeme işini satıcı ve alıcı açısından ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Örneğin bu icatçılar satıcıları hiç kaale almazlar, çünkü para ödemeye hazır bir kitle olduğunu kanıtlayabilirlerse satıcıların her türlü zorluğa ve ilave masrafa ve gerekirse yatırıma katlanacağını varsayarlar. Ama bunun için satıcıyı müşterilerin geleceğine ikna etmeleri, bunun içinse yeterli sayıda “müşteri”yi avlamış olduklarını göstermeleri gerekir. Müşteri sayısını artırmak içinse potansiyel müşterilere bu icattan faydalanabilecekleri yeterli hizmet veya mal satıcısı bulunduğunu göstermeleri gerekir. Peki bu durum

bir döngüye yol açmıyor mu? Öyle görünüyor ki açıyor. Bu nedenle de bu icatların yaygınlaşması zaman alıyor. Zira önce bir tarafı yükseltip sonra ona oranla diğer tarafın onu yakalaması bekleniyor. İşin kötü tarafı bu süre çok uzarsa ikna olmuş satıcılar ilgilerini yitiriyor ve umut bağladıkları yeni sistem dükkan kapısında bir çıkartma veya sitelerinde bir logo olarak kalıyor. Alıcı açısından da büyük bir heyecanla dahil olduğu yeni sistem çok kısa zaman içinde hayatına beklediği renkleri katmamışsa kartı, uygulamayı, şifreyi her neyse bir kenara bırakıp unutmayı tercih ediyor. Bu da balığı yakalamak kadar onu elinizde tutmanın zorluğunu gösteriyor.

 

Olayın bir diğer açısı sanırım yanlış bir varsayıma dayanıyor. Bütün gençlerin son model elektronik cihazları ve sosyal iletişimi kullanmalarından hareketle her türlü yeniliği sorgusuz kabullenecekleri varsayımı bu. Halbuki gençler daha fazla seçenek gördüğü için daha zor seçen ve seçtiğine bağlılık geliştirmediği için bir anda ondan vazgeçip başka bir şeye geçebilen bir kitledir. Çalıştığı işyerine bile bağlılık geliştirmekte zorlanan bu kuşağın yararlandığı bir hizmete bağlı kalacağını düşünmek hatanın başlangıcıdır. Bu kuşak çok çabuk netice almak ve fayda görmek üzerine kodlanmış olduğundan, sisteme girdiği anda ona beklentilerini vermek zorundasınız. Sisteme gir hele bak ilerde ne güzellikler seni bekliyor türü bir sunum bu kuşak için hiçbirşey ifade etmiyor. Bu durum hem Y kuşağı hem de Ğ kuşağı (Türkiye’ye özgü farklı bir kuşak) için geçerlidir.

18 Şubat 2014 Salı

Görünmeyen iletişim


Ofiste birbirine bağırarak sesini duyurmaya çalışan, ya da dahası karşı masaya kadar gitmeye veya yüksek sesle konuşmaya üşenip birbirlerine telefon eden elemanlar kalmadı artık. İletişim kesilmedi elbette, hatta her alanda olduğu gibi ofis içi iletişim de çok gelişti. Açık ofislerin yaygınlaşmasıyla insanlar daha bireysel ve işine odaklı olmaya zorlanırken, insanın içindeki sosyal yaratık kendine yeni bir mecra (media) buldu. Anlık iletişim sağlayan programlar, ilk zamanlarda işverenler tarafından dedikodu ve muhabbet amacıyla kullanılacağı endişesiyle yasaklansa da, bu platformun ‘iş’e yaradığını anlamaları çok sürmedi. Böylelikle çok kullanışlı (multifonksiyonel) bir yöntem hayat buldu. Artık herkes her an ulaşılabilirdi. Kimin yerinde oturduğu, kimin toplantıda veya dışarıda olduğu görülür oldu. Analog moddasadece yatay iletişim varken, dijital moddadikey iletişim de gelişti. Personel, daha önce telefon etmeye veya odasına gitmeye çekindiği amirine dijital ortamda rahatlıkla ulaşmaya başladı. 

Bu durum eski hiyerarşik düzende yetişmiş idareciler tarafından hoş karşılanmasa da dijital dünya artık asla analoğa geri dönmeyecektir. Analog dünya retrospectif bir tarz olarak var olmaya devam etse de dijital dünya/iletişim artık zaferini ilan etmiş durumdadır. 

Stereotip bir tanım olduğu için Y kuşağı terimini kullanmayı tercih etmesek de bu kuşağın ortak özellikleri olduğunu kabul etmek lazım. Belki en belirgin ortak özellikleri biz X kuşağı tarafından yetiştirilmiş olmaları olan bu nesil yüz yüze iletişimden hoşlanmıyor. Duygularını yüz ifadeleriyle değil, şaşkın/mahcup/kızgın gülümseme gibi sınıflandırılmış sembollerle gösterme eğilimindeler.  Gözler yalan söylemez ama bunun artık bir önemi yok çünkü onlar zaten birbirlerinin gözlerine bakmıyorlar. Dijital dünyaya doğdukları için, dokunmanın duygusal bir hareket olmak yerine bilgisayara 'input' sağlayan bir hareket olduğunu düşünüyorlar.

Bilgisayar dedik ama lafın gelişi. Bu ismin verildiği zamanlarda bilgisayarın bilgi saydığı düşünülüyordu demek ki, ama artık bilgi saymadığı anlaşıldığından olsa gerek bu ismi kullanan pek kalmadı. Bilgisayar dedikleri, bilgiyi sayan değil verileri işleyen bir şeymiş. Aletin örneğin bilgiyığan (disk), bilgiyayan(net), bilgiindiren (download), bilgisaklayan(data vault), bilgigruplayan (filemanager),bilgigösteren (display), bilgitaşıyan (portable) fonksiyonları var ama bilgisayan bir fonksiyonu yok. Say derseniz belki sayar da sayılan yine de bilgi değil veri olur.

Kaldı ki bilginin sayılmasının bir önemi de yok. Önemli olan bilginin varlığı ve birikmesidir, sayılması değil.